بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ⚛
Dosdoğru yol üzeresin. (Yasin Suresi, 4)
عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ⚛
Dosdoğru yol üzeresin. (Yasin Suresi, 4)
Önemli bir hikmette “Sırat-ı müstakim üzeresin” hitabı “Fatiha’daki Duamız” yazısında belirttiğim duaya bir nevi cevaptır. Bu cevap elbette ki, Efendimiz’e (sav) üzerinde bulunduğu yolun ne kadar büyük bir hakikat olduğunu bildirmektedir. Ama bizim için daha önemlisi, Fatiha ile dua ederek aradığımız o sırat-ı müstakim’in yönünü göstermesidir. Yani Yasin Suresi birinci ayeti hakkında yazdığım Allah’ın (cc), Efendimiz’e (sas) bir nevi hitabı olan “Ben doğrudan sadece seni eğitip terbiye edeceğim. Böylece seni öyle bir kul yapacağım ki, kullukta en üstün ve en bilgili, Allah katında en sevilen ve en şerefli, nazı ve duası en çok geçen ve makbul olan sen olacaksın. O halde böyle bir kul olmak isteyen seni örnek alsın” gibi “sırat-ı müstakim’i arayan, seni takip etsin” demekle bize yol gösteriyor.
Bir temsil vermek gerekirse; bir şehir veya bir ülke içerisinde arzuladığı yere gitmek isteyen biri eline o şehir veya ülkenin rehber ve haritasını alsa, varacağı yere giderken yolda karşılaştığı trafik ışıkları ve uyarı tabelalarına uysa, o yolda dönmesi gereken yön tabelalarını da takip etse, elbette ki gittiği yoldan ve varacağı yerden emin olur. Aynen bunun gibi; şu âlem içerisinde Allah’ı ve O’nun rızasını arayan kimse şu âlemin rehber ve haritası olan Kur’anı eline alsa, trafik ışık ve uyarı tabelaları hükmünde olan İslam şeriatına uysa, bir de yön tabelası gibi gideceğimiz yönü gösteren Sünnet-i Seniyye’ye ittiba etse, elbette ki “sırat-ı müstakim” üzere olduğundan emin olur. Kabirde ahretini merak eden bir müminin en büyük tesellilerinden biri de budur.
Madem bir şehir veya bir ülke dedik. Elbette insanlar farklı mahalle, il/ilçelerde ve ülkede ikamet etmektedir. Dolayısıyla aynı noktaya emin bir şekilde varmak isteyen ama farklı yerlerde ikamet edenler aynı haritaya, aynı trafik kurallarına ve aynı isimli yön tabelalarına baksa da, konumları gereği, farklı istikametten oraya ulaşırlar. Mesela bu durumda düşünecek olursak; Türkiye’de bulunup kendini Kabe’ye ulaştıracak emin bir yol bulan birisi, Yemen’de bulunup Kabe’ye doğru yola çıkan birine “Yahu yol o yol değil. Önce Türkiye’ye gel buradaki yoldan git” dese akla ve vicdana uygun düşer mi? İşte cemaat ve tarikatler, bir de herhangi bir cemaate girmeyen (temsilde göçebe hayatı süren) müminler, farklı İslam mesleklerini ve farklı mahalleri kendilerine mesken etmişler. Dolayısı ile akla ve vicdana uymayan, kardeşliğe muhalif bir şekilde “Yahu yanlış yoldan gidiyorsun, önce bizim tarafa gel” denilebilir mi? Çünkü önemli olan istikamet değildir, önemli olan varılacak nokta ve o noktaya giderken kullanacağımız Kur’an, Şeriat ve Fıkıh, Sünnet-i Seniyye’dir. Cemaatlerin istikameti olan hususi tatbikatlar ve hizmetler farklı olsa da, bu aynı dört esası ihlâs ile kullanmak “sırat-ı müstakim” ve kardeşliğimiz için yeterlidir.
(Not: Bu kısmı tasavvufa aşina olmayanlar anlayamayabilirler, onlardan özür dilerim.) Hem “sırat-ı müstakim” cemaatlerin ilimde ve maneviyatta yükselme, tarikatların da seyr-i süluk dediği yerden arşa doğru dikine bir yoldur. Cemaat ve tarikatlardaki insanlar da kendi tatbikatları ile bu yolda mertebe mertebe yükselerek Allah’ın en üst rıza makamına yakın olmak istiyorlar. Son zamanlardaki tasavvufa olan ilgim vesilesi ile Mektubat-ı Rabbani de okumaya başladım. Daha yeni okuduğum birinci ve tek mektup bu konuda da bana fikir edindirdi. İmam-ı Rabbani bu mektupta kendi seyr-i süluk’ı sırasında iki mertebe gördüğünden bahsetmiş. (Benim anladığım “sırat-ı müstakim” iki mertebeden oluşur.) Birincisi yerden arşın sonuna kadardır. Bu mertebenin büyüklerine baktığında her birinin makam, mevki, zevk ve iştiyak yönünden birbirinden farklı olduğunu görmüş. İkinci mertebe ise arşın da ötesidir. Bu mertebede ise sırasıyla büyük şeyhler, Ehl-i Beyt imamları, Hülefa-i Raşidin, tüm peygamberler ve Peygamber Efendimiz (sas) bulunmaktadır.
Birinci mertebenin büyükleri olan ve arşa kadar yükselebilen âlimlerin, ariflerin, imamların meslekleri gibi şevk ve iştiyakları farklı olduğundan, kardeşliğe muhalif kavgalar maalesef bu mertebe içerisinde zuhur ediyor. Çünkü herkesin yiyecek ve içecek zevki farklı olması gibi, birine tatlı gelen manevi ya da ilmi bir hal diğerine acı gelebiliyor. Dolayısıyla bu büyük zatlar ve bunların ardında oluşan cemaatler de kendi mesleğinin şevk ve iştiyakı nedeniyle aynı durumdan etkileniyor, başka cemaatin mesleğine acı diyebiliyorlar. Bu nedenle insafsız bakan gözlerde sanki bu cemaatler düşmanmış gibi görülüyor. Ama ikinci mertebedeki şevk ve iştiyaklar ise aynıdır ki, bu mertebeye ulaşmış büyüklerde bu tür kavgalar zuhur etmiyor. İşte bu nedenle tüm peygamberler, sahabeler, Ehl-i Beyt imamları, herkesin bildiği Yunus Emre, Mevlana gibi daha nice büyük zatlar; insafla bakan gözlerde birbirlerine hep dost görünüyorlar.
İkinci mertebe, bizim gibi nefsine yenik, ihlâsı gedik, kalp gözü kapalı insanların haddine değil. İçinde bulunduğumuz ve çoğunluğu oluşturan birinci mertebe Müslümanları olarak bizler birbirimize, “mesleğiniz acı” demeyelim, “Allah zevk ve iştiyakınızı arttırsın, sırat-ı müstakimden ayırmasın” diyelim, İnşallah.