بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يٰسٓ⚛
Yâ sîn. (Yasin Suresi, 1)
يٰسٓ⚛
Yâ sîn. (Yasin Suresi, 1)
Henüz, yakın bir zamanda Nakşibendî tarikat silsilelerinden bir Mürşid-i Kâmil'i ziyaret etmek nasip oldu. Bu ziyaretten sonra tarikat hizmetinde kullanılacak bir vakıf evinin açılış gecesinde bulundum. Bu açılışa özel olarak da bir Seyyidimiz (Allah ondan razı olsun) o gecede orada bulundu. Namaz kıldırdı, çeşitli ilahi ve kasideler okudu. Son olarak bir abimiz ondan sohbet anlatmasını da rica etti. O da kırmayarak “Sohbet anlatmanın çeşitli yolları vardır. Ama en güzeli ve etkilisi belli bir şahsa direk anlatılarak yapılan sohbettir.” diyerek sohbetine başladı. O odada ve evde iki yüzden fazla kişi bulunmasına rağmen, o zaman anladım ki Nakşibendî şeyhlerinin yaptığı sohbet adabı üzere, sadece o sohbet isteyen abiye dönerek ve başka hiç kimseye bakmayarak hususi bir sohbet anlattı. Ama o hususi sohbetten orada bulunan yüzlerce kişi kendine göre nasibini aldı.
Ondan sonra, daha önce hatırıma gelmeyen şey aklımda yer edindi. Fark ettim ki yıllardır okuduğum Risale'ler de aslında Üstad Bediüzzaman’ın kendi nefsine, bir ya da birkaç talebelerine yazdığı hususi mektuplardır. Yani Üstad Bediüzzaman da bir çok amelde Nakşibendî usulünü benimsediği gibi, sohbet adabı olarak da kendi nefsine ya da talebesine hususi bir sohbet anlatıp ders vermiş. Ama o hususi sohbet ve derslerden şimdi Risale-i Nur okuyan milyonlar kendine göre nasibini alıyor.
Çok şükür bu yolla, yıllar önce aklıma gelen ama bir türlü kendime bile tarif edemediğim bir hakikati kolayca benimsemiş oldum. Çünkü Kur'ân’ın tüm insanlığa hitap ettiğini ve etmesi gerektiğini düşünürken, yıllar önce aslında sadece Peygamber Efendimiz’e (sas) hitap ettiğini sezmiş ve tabir edememiştim. Ama Yasin Suresinin başındaki “Ey İnsan” tabiriyle, Seyyidimizin sohbet hakkındaki o sözünü hatırladım ve anladım ki; Allah da bu Kur'ân’la sadece bir kişiye hususi sohbet anlatıp ders vermiş. O da, sonraki gelen ayetlerden ve tüm Kuran’dan anlaşıldığı gibi Efendimiz’den (a.s.m.) başkası değildir. İşte o hususi sohbet ve dersten, bin dört yüzden uzun yıldır, Kur'ân okuyan milyarlarca Müslümanlar kendine göre nasibini almış ve alıyorlar. Birçok evliya, mürşid ve müceddit de bu hakikati gördüğü için sohbetlerinde bu usulü uygulamışlar.
Evet, “Yâ sîn” ayeti çoğunluk görüşe göre “Ey İnsan” demektir ve manası ne olursa olsun hemen hemen tüm mealde ve müfessirlere göre kasıt, muhattap Peygamber Efendimiz’dir (a.s.m.). Yani Yasin Suresi direk Peygamber Efendimiz’e (a.s.m.) hitab ediyor. “Kuranın kalbi” böyleyse, demek Kur'ân’ın kendisi de aynen Efendimiz’e (a.s.m.) hitaben gönderilmiş ve Kur'ân’ın genelinde ara ara görülen Efendimiz’e (a.s.m.) direk hitaplar da bunu ispat ediyor.
Kur'ân’da “Ben seni alemlere rahmet olarak gönderdim” belirtmesi gibi Allah (c.c.), Efendimiz’i (a.s.m.) seçmiş ve demiş ki; “Ben doğrudan sadece seni eğitip terbiye edeceğim. Böylece seni öyle bir kul yapacağım ki, kullukta en üstün ve en bilgili, Allah (c.c.) katında en sevilen ve en şerefli, nazı ve duası en çok geçen ve makbul olan sen olacaksın. O halde böyle bir kul olmak isteyen seni örnek alsın”. İşte Efendimiz’in (a.s.m.) en küçük sünnetinin bile ehemmiyeti burada ortaya çıkıyor. Hem kendisi de o kadar üstün bir kul olmuş ki, her duası kabul olunacağı halde, tam teslimiyetle Allah’ın (c.c.) dilediğinden ve ömrü gösteriyor ki ümmetinin hayrından başka bir şey dilememiş. İşte ortaya çıkan ilk teselli; Efendimiz’in (a.s.m.) şefaati ve o şefaatin aynen kabul olunacağı hak ve hakikattir. Yani böyle merhamet önderi bir zatın şefaat etmemesi düşünülmeyeceği gibi, Allah’ın (c.c.) da özel olarak terbiye ettiği bir zatın ettiği şefaati kabul etmeyeceği düşünülemez.
Müslümanlar arası kardeşlik olarak da, öncelikle Kur'ân’ın direk ona hitap eden ve ona hususen edilmiş bir sohbet olması münasebetiyle, “Peygamber’e (sas) Varis Olmak” yazısında belirttiğim hakikatleri, Kur'ân’ın dahi onun malı olduğunu ve bu yolla kardeşliğe dair bahsettiklerimi ispat eder. Hem şefaat etmenin özünde yatan hikmet nedeniyle, “Efendimiz (sav) ve Ümmeti” yazısında bahsettiklerimi de ispat ediyor. Çünkü şefaat, şefaat olunana verilen bir ödülden ziyade şefaat edene verilen bir nimet ve ödüldür. Mesela, Allah’ın (c.c.) yeterli rızasına kavuşan bir kuluna Rabbimiz der ki; “Verdiğim ve vereceğim nimetlere ek olarak sana bir nimet daha veriyorum ki, işledikleri günahlar ve gösterdikleri kusurlar sebebiyle cehennemi hak etmiş bir akrabanı, dostunu, sevdiğini, kimi istersen seninle beraber cennete göndereceğim ve orada onunla görüşme ve muhabbet etme lezzetini de tattıracağım”. Bu nedenle de şefaat eden, zaten cenneti hak etmiş yakınlarından değil, cehenneme gidecek olan tanıdıklarından ve en yakınlarından başlayacaktır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) de bu nedenle “Benim şefaatim ümmetimden büyük günahları olanlar içindir” buyurmaktadır. O halde onun bizi tanıması için okuduğumuz salavatlar ile kendimizden onu haberdar etmemiz (ki hadislerde okunan salavatların ona (a.s.m.) ulaştığı ve kimden geldinin bildirildiği söyleniyor); “Efendimiz (sav) ve Ümmeti” yazısında belirttiğim gibi onun aramızda dolaşması ve ümmetinden bizleri, bizden öncekileri ve bizden sonrakileri görüp, tanıyıp, değerlendirmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bu yazı da, o yazıdaki bahsettiğim hakikatlere bir nevi delil olur.
Hem böylece, dilerim ki bu yazılarda Müslümanlar arası kardeşliğe dair bahsettiğim hakikatler anlaşılır ve bu hakikatler ışığında kurulması gereken kardeşlik kurulmuş olur. Çünkü her ne kadar şefaat de olsa, şefaatin etkisinin çeşitleri olabilir. Bazı geçici azaba düçar olanların biraz boşta bekleyerek direk cennete gideceği gibi, şefaatle birlikte bazı daimi azaba düçar olanlar ancak geçici azaptan sonra cennete gidebilirler. Çünkü “Din Ne İçindir?” yazısında belirttiğim gibi cennete girmek için cenneti dahi karıştıracak bazı huylardan, özellikle kardeşin kardeşe olan nefretinden, gıybetinden kurtulmak gereklidir. Şefaat edilse kabul edilir ama bu huylardan kurtulana kadar bekletilir. Belki "Ey Resulullah'ın kızı Fatıma!...Zira senin için de birşey yapamam" hadisi şefaatin olmadığını değil de bu durumu belirtmektedir. Yani şefaat cehennemden kurtarır ama bazı huylardan kurtulmadan cennete gitmeyi sağlamaz. Bu huylardan da daha dünyadayken kurtulalım inşallah.