Kötü zanna sebep olan etkenlerden;
İkincisi, içtihad olarak söylenen bazı sözlerdir. Bir kişinin ve özellikle bir hocanın bir âyet ya da hadis hakkındaki içtihadî yorumu ve çıkardığı bir hükmü, başka birileri tarafından şiddetli itiraza ve kötü ithamlara sebep olmaktadır. Hatta bazı hocalar yine kendini takip edenlere imanını kuvvetlendirdiği, ilmi ve ibadeti sevdirdiği halde, böyle sözleriyle birtakım zanlara hedef oluyor; bazen kendisi de bu insanlar hakkında karşı zanda bulunuyor. İki tarafta da oluşabilen kötü zanları güzele çevirmek her iki taraf için zor olsa da, kardeşler arasını açan ve güzel düşünmemiz gereken en önemli noktalardan biri de bu konu olmaktadır.
Öncelikle, bazı fikirleri sebebiyle itiraza uğrayan kardeşimiz düşünmelidir ki; hınçla karşısında dikilen bu kardeşi ihlâslı biridir. Nasıl ki bir adamın, samimi sevdiği birine zarar vermeye çalıştığını gören çoğu insan çıldırır ve hemen karşısına dikilir; O kardeşi de Allah’ı (c.c.) sevdiği ve bu sevgiden dolayı Peygamberlerini, meleklerini, Kitap’ını, Din’ini, koyduğu hükümleri ve daha nicelerini sevdiği için bunlara bir zarar geleceğini hissettiği anda aynen karşısına dikiliyor. Dolayısıyla, hem kendisinin hem başkasının imanına, ibadetine ve İslâm’ın yayılmasına engel olacağından şiddetli çekindiği için şiddetli itiraz etti diye bu kardeşine tümden kızmamalıdır. Bunlara hoşgörü ile bakmalı ve ardından tartı üzerine tartı ile itiraza uğramış o fikrini kontrol etmeye devam etmeli ve karşısındakinin ilmini, fikrini küçük görmemelidir ki kendisi de ihlâsını kaybetmesin.
İtiraz eden ise hemen, İslâm’ı zayıflatmaya veya bid’a yerleştirmeye çalıştığını düşünmemelidir. Hem, acele ve kontrolsüz şiddetli bir itiraza gerek yoktur. Hoşgörü ile karşılayıp, yumuşak bir dille fikrini sunmaktan korkmamalıdır. Çünkü bu tür fikirleri hoşgörü ile karşılamak, kabul etmek değildir. Ayrıca “Kâfire karşı şiddetli, mü’mine karşı yumuşak”[1] hasleti Kur’ân'da övülmektedir ve Müslüman’a en iyi ve en korkusuz sonuç doğuran bir yol olarak tavsiye edilmektedir.
Bunun için her iki tarafın da “Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri' edemez”[2] kaidesini benimsemesi gerekiyor. Yine Bediüzzaman’ın belirttiği gibi içtihat kapısı kilitlense de mühürlenmemiştir, açmanın yolunu bulan ve anahtarını yapabilen açabilir. Hocalarımız da yılların getirdiği ilim, tecrübe ve zekâlarıyla o kapıyı açıp geçebilirler. O kapıdan geçmekle ufkunu genişletme, Allah (c.c.) hakkında yeni bir ilim ve güzel olduğunu düşündüğü yeni bir fikir edinme lezzetini tadabilirler. Bizim asıl kıstasımız “teşri’ edemez” kaidesi olmalıdır. Yani herkes içtihat yaparak edindiği bir fikri şeriatmış gibi uygulamaya başlayamaz. Şeriat kuralları bellidir, kolay değiştirilemez ve içtihadı ne yönde olursa olsun o belirli şeriat ve fıkıh kuralını uygulamaya devam etmelidir. İşte itiraz eden taraf hemen karşı saldırıya geçmek yerine kendi tarafına ❝Bu sözler mümkün olabilir. Ama şu zamana kadar yapılanlara, bunca müçtehidden ve evliyadan nakillere baktığımızda bunlardaki ihtimal şuan için çok zayıftır. Mü’min ise kumar oynamaz ve zayıf olan değil, en emin ve destekli yolu seçer. Siz de bu zamana kadar emin olduğunuz yolda devam ediniz. Bu tür içtihadı yapanlara da hakikat inkişaf edene kadar bu yolda kardeşçe nasihat ediniz.❞ demesi yeterlidir.
İşte bu noktada, her iki tarafında birbirinden korkmadan kardeşlik kurmaları için en güzel hasletlerden biri olarak “takvâ” karşımıza çıkıyor. “Takvâ”, hem bu sorunun çözümü, hem de iki tarafın ilacıdır. Takvanın manası olarak yine herkes bir şeyler söyleyebilir. Ben de, Kur’ân'ın başında “Bu kitap, takvâ sahiplerini doğruya ulaştırır”[3] şeklinde belirtmesinden kendimce bir yorum getiriyorum. Bana göre de “takvâ”; bir insan isterse kırk yıl bir yol tutsa ve sonrasında o yolun yanlışları olduğunu veya o yoldan daha doğru bir yol olduğunu görse, o yeni yol önceki yolundan 180 derece farklı da olsa, gönül rahatlığı ile ve çevre baskısından korkmadan yeni yola dönüp yürümektir. Bu nedenle Allah Teâlâ (c.c.) daha Kur’ân'ın en başında, bir nevi “Fatiha ile dua ettiğin gibi ulaşmak istediğin doğru yolu şüphesiz bu Kur’ân sana gösterecek. Ama o yollardan bazısı senin yürüdüğün yoldur, bazısı senin yürüdüğünle aynı yönde ama farklı bir yoldur, bazısı da senin yürüdüğünün aksi bir yoldur. Sen, görür görmez yönünü çevirebilirsen en doğru yola ulaşırsın.” buyurarak teslim olmamızı istiyor.
Dediğim gibi Mü’min bildiği ve gördüğü yollardan en emin olduğu yolu seçendir. Şeriate dair hükümlerde de yeni ve içtihadi bir fikir ortaya atıldığında veya atılmak istendiğinde ❝Bu da bir yoldur, ama doğruluğunu zamanla Allah ortaya çıkartacak. Bense bir tek adamın değil, bunca ehliyetli ve icazetli ulemanın, fukahânın ittifak ettiği ve bu nedenle emin olduğum yola devam edeceğim. Gün gelir bu fikirler benim de aklıma yatar ve icazetli ulema ve fukahâlar o yolun doğruluğunda da ittifak ederlerse ondan da emin olabileceğim ve takvâ gereği o yola gireceğim.❞ şeklinde düşünmeliyiz. Böylece, az bir ihtimal dâhilinde de olsa, ileride kabul edilip ihlâsla yürünecek o yolu şimdiden karalamamış oluruz.
Ayrıca fikri ortaya atan da böyle düşünmelidir ki; kendini ve cemaatini şeriatmış gibi bu fikirleri uygulamaya zorlamasın. Hakikat inkişaf edene kadar tefekkürden, içtihaddan, yeni bir hikmet öğrenmekten imani bir zevk ve ilmi bir lezzet almakla kanaat etsin. Çünkü insanı böyle mest eden zevklerin ilk heyecanları dağıldığında, ileride kendi hatasını da farkedebilir. Hem, herkes bir fikir sunabilir ama fikirlerin yayılması Allah’a (c.c.) bırakılmalıdır. Çünkü sonuçta en doğrusunu Allah bilir.
- ≪Allah’ın Resûl’ü Muhammed ve O’nunla beraber olanlar, kâfirlere karşı çok şiddetli; kendi aralarında çok merhametlidirler.≫ (Fetih Suresi - 29)
- Risale-i Nur; Hakikat Çekirdekleri, 24'üncü Hakikat.
- ≪İşte bu Kitap ki, O’nda hiçbir şüphe yoktur. Takvâ sahipleri için bir hidayettir.≫ (Bakara Suresi - 2)