Özellikle şu zamandaki bir kısım hocalarımız tarafından; Tasavvuf, Risale-i Nur ya da vb. yollarına gerek olmadığı, hatta zararlı olduğu, “yalnız Kur'ân” ile doğru ve gerçek dine ulaşılabileceği fikri, cesurca zikredilmektedir. Bu yolların etrafında cemaat oluşturan bizlerin de onlara karşı verdiğimiz tepkiler ile kalplerimiz birbirimize karşı soğumaktadır. Dolayısı ile müslümanların kardeşliğinden ve birlikteliğinden bahsedeceksek, bu meseleyi de çözmemiz gerekiyor.
Bu mesele basit ve çözümü de kolay olduğu halde, malesef bizler kendi kendimize karmaşıklaştırıyoruz. Yani onlar bize (basit) bir iddia ile dava açmışken, bizim de savunmanın yanında onlara karşı başka bir dava açmamız, sonra onların yine başka bir dava açması, sonra yine bizim...vs derken başka-başka davaların da tek bir dava içerisinde birleştirilmesi ile işin içerisinden çıkılamaz hale geliyoruz. Mesela; birileri bizim için “Kur'ân-ı Kerim'i bırakıp başka kitaplara Kur'ân gibi sarılıyorlar” derken... bizlerin “Onlar sünneti ve hadisleri de inkar ediyorlar” demesi... sonra onlar “Allah'ı bırakıp başka zatlardan medet umuyorlar” derken... bizlerin “Zaten şu hakikati ve imani meseleyi de inkar ediyorlar” demesi... gibi devam edip tüm bunların itikat ve mezhep kavgası içerisinde birleştirilmesi ile işin içerisinden çıkamıyoruz.
Bu konuyu çözmek için, öncelikle her iki taraf olarak bir hakikati tekrardan görmemiz, sonra kendi kusurlarımıza bakıp çözüm aramamız gerekir. Çünkü karşılıklı bu ithamlarda az da olsa haklılık payları var. Mesela;
Hakikatte, biz kullar ile Allah (c.c.) arasındaki gerçek “aracı”lar peygamberlerdir. Yani, Allah Teala her kavme peygamber göndermiş, o peygambere tabi olmayı emretmiş ki Allah'a (c.c.) tabi olunsun. Bazı peygamberleri “kitap”lar ile desteklemiş ama o “kitap” kul ile Allah (c.c.) arasında bir “aracı” değildir. “Kitap”lar direk Allah (c.c.) kelamı olup peygambere bir destek, bir hediye, dinin hükümlerini anlamakta ve açıklamakta yardımcı, peygamberin zahiri vefatından sonra bile vazifesini devam ettirmesini sağlayan hidayet rehberi ve daha nicesidir. Bakarsak; Allah Teala'nın peygamberler olmadan kitap gönderdiği vaki değildir, ama kitap vermediği peygamberler pek çoktur. Dolayısı ile “kitap” olmadan değil “Peygamber” olmadan Allah'a (c.c.) ulaşmak olmaz. O halde bizi doğru dine, itikada, dolayısı ile Allah'a (c.c.) ulaştıracak gerçek “aracı” Rasulullah'dan (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem) başkası değildir.
İşte bir kişi, Kur'ân'nın kendisi aracıymış gibi “sadece Kur'ân” dese, hiç farkında olmadan Peygamber'i (a.s.m.) devreden çıkarır. Çünkü en azından hal dili ile der ki, “Sen 1400 yıl geride kaldın, ama Allah'ın indirdiği Kur'ân yanımdadır. Dolayısı ile Allah'a ulaşmak için sadece Kur'ân yeter”. Bu nedenle bu kişilerde sünneti hafife alma, hadis inkarı ya da uydurulmuş-değiştirilmiş iddiası cesurca ve sıklıkla görülmektedir. Ayrıca sünnet ve hadisler Kur'ân içerisinden ama o zamanın şartlarından filizlendiği, şimdi ise şartların çok değiştiği ve bu kadar zaman zarfında bu sözlerin Peygamber'den (a.s.m.) doğru şekilde geldiğinden emin olunamayacağı varsayımıyla Rasulullah'ı (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem) devreden çıkardığı gibi; Kur'ân'ı da günümüzde yorumlamak için ya kendi nefsini, ya kendi vicdanını ya da kendi aklını devreye alır. Dolayısıyla zamanla ve farkında olmadan kendi nefsini, vicdanını ya da aklını “aracı” kılmaya başlar ve bu şekilde Allah'a (c.c.) ulaşacağını düşünür. İşte bir kısım kardeşlerimiz bunun gibi bir hataya -malesef- düşmektedir.
Ama bir kişi Peygamber'e (a.s.m.) ulaşıp kendine “aracı” kılsa, Kur'ân'ı devreden çıkarmaz. Çünkü en küçük sünnetinin ve hadisinin önemini bilip uygulamaya çalıştığı gibi onun (a.s.m.) en çok Kur'ân'a verdiği kıymeti ve okumaya, tefekkür etmeye ve amel etmeye verdiği ehemmiyeti bilir ve aynı kıymeti verir. Eğer Kur'ân'a aynı oranda ehemmiyet vermiyorsa, o kişi Rasulullah'a (aleyhissalâtü vesselâm) tam olarak ulaşamamış demektir. Sahabe efendilerimiz Rasulullah'ın (a.s.m.) yanında olduklarından direk onunla Kur'ân’ın hakikatlerine ve Allah'a ulaşıyorlardı. Ama aynen, Rasulullah (a.s.m.) bizden 1400 yıl önce geldiği için ona (a.s.m.) ulaşmak için de bir vesile gerekir. İşte kimisi şeyhini, kimisi Risale-i Nuru, kimisi da başka birini Peygambere'e (a.s.m.) ulaşmaya vesile kılar. Rasulullah'ın (a.s.m.) Kur'ân anlayışını, sünnet ve hadislerini doğru şekilde aktarıp birebir de uyguladığını düşündüğümüz bu “vesilelerin” sahip olduğu güzellik direkt Rasulullah'ın (a.s.m.) olduğu halde; aslında zamanla ve farkında olmadan bu güzelliğin büyüsüne kapılıp, vesileden sanıp ve asıl hedefi (yani Rasulullah'a (a.s.m.) ulaşmayı) unutup vesilede takılı kalır; vesileyi “Allah'a aracı” kılmaya başlar ve bu şekilde Allah'a (c.c.) ulaşacağını düşünür. İşte bir kısım kardeşlerimiz de bunun gibi bir hataya -malesef- düşmektedir.
Allah Teala’nın Rasulullah’a (a.s.m.) tabi olmayı emretmesi ve Rasulullah’a (a.s.m.) tabi olmanın Allah’a (c.c.) tabi olmak olduğunu belirtmesi gibi, gerçekten Allah’a (c.c.) ulaşmak istiyorsak, ilk önce Rasulullah’a (a.s.m.) ulaşmaktan başka bizi doğrudan Allah’a (c.c.) ulaştıracak herhangi bir yol ve imkân yoktur. “Sadece Kur'ân” desek, Kur'ân-ı Kerim bize diyecek ki “Kur'ân ve sureler, iman edenin imanını, küfredenin küfrünü arttırır”. Demek Rasulullah (a.s.m.) olamazsa sadece Kur'ân, bir kişiyi Allah’a (c.c.) ulaştırmamaktadır. İşte bu nedenle ben dahi bahsediyorum ki, iki kişi aynı ayet üzerinden zıt fikirler elde edebilir. Yani herkes bir ayeti ya da tüm Kur'ân’ı kendi fikri ile izah edip, kendine göre bir Kur'ân anlayışı oluşturabilir. Ama Allah Teala’nın sürekli Rasulullah’ı (a.s.m.) işaret etmesi gösteriyor ki; Allah’ın (c.c.) kabul ettiği şey Rasulullah’ın (a.s.m.) göstermiş olduğu Kur'ân anlayışından başka bir şey değildir. Dolayısı ile nasıl olacaksa olsun, hangi yol ve hangi vesile ile olacaksa olsun ilk önce Rasulullah’a (a.s.m.) ulaşmak gerekmektedir. Bu da ancak sünnet ve hadislere de sarılmakla mümkün olur. Eğer “bunun Rasulullah’a (a.s.m.) ait olduğunu nereden bileceğiz” diyorsak; her şeyin bir ilminin bulunduğu gibi sahih, zayıf, mütevatir, mevzu… vs gibi konuların işlendiği bir hadis ilmi dahi -bu sebepten- geliştirilmiştir.
İşte bu hadis ilmi ile derlenmiş olan hadisler, sünnetler ışığında ve böylece ortaya çıkan Ku'rân anlayışı ile bezenmiş bir tasavvuf, Risale-i Nur, vb. yolları ile önce Rasulullah’a (a.s.m.) ve sonra Allah’a (c.c.) ulaşmak mümkündür. Mesela tasavvuftaki usül önce “fena fi-şşeyh”, sonra “fena fi-rrasul”, en son “fena fi-llah” makamına ulaşmaktır. Risale-i Nur’da Üstad’ın belirttiği usül ise önce “fena fi-lihvan”, sonra “fena fi-rrasul”, en son “fena fi-llah” makamına ulaşmaktır. Ama bu yollara girenlerin içindeki çoğumuz daha ilk makamlar içerisinde takılı kalmışız. Çünkü Ku'rân’a verdiğimiz ehemmiyetin derecesi Rasulullah’a (a.s.m.) ulaşamadığımızın bir göstergesidir ve bu nedenle balyoz gibi sözlerle kafamıza vurulmaktadır. Ayrıca, ilk makamın kıymeti ikinci makama ulaştırmasından ileri geldiği için, bu yolların yolcularındaki kararlılıkların artması ve o ilk makama ulaşmaları adına, ilk makamlar da doğal olarak övülmektedir. Ama bu övgülerdeki hakikatleri yanlış anladığımız ve özellikle Rasulullah’a (a.s.m.) ulaşmadan aynı övgüleri yapmaya çalıştığımız için de yaptığımız amel dışarıdaki müslümanlar tarafından çirkin görülmektedir.
O halde, her iki tarafta da kusurlar bulunmaktadır. İşte birbirimizin kusurları ile uğraşıp durmaktansa kendi kusurlarımız ile uğraşmaya dönmeli ve kendi içimizi düzeltmeye çalışmalıdır. Bu iki tarafın birbirlerini düzeltmeleri için de, öfkeyle reddiye yapmaktansa şefkatle ve kardeşlikle tavsiyelerde bulunmaları daha iyidir. Son olarak iki tarafın da aklından çıkarmayacağı ve dikkat edeceği şey; “La ilahe illallah, Muhammedun rasulullah” kelime-i tevhidi’dir.