Önceki bazı yazılarımda Mehdi’den (k.s.) de bahsetmek durumunda kaldım. Çünkü Müslümanların kardeşliğinin önündeki bir engel de Mehdi (k.s.) üzerindeki inançlarımızdan kaynaklanıyor. Eskiden beridir cemaatler, başlarındaki zatlar hakkında Mehdilik ve Mehdiyet iddiasında ya da Mehdi’nin (k.s.) kendi cemaatleri içerisinden çıkacağı inancında bulunmuş, diğerleri ise itiraz etmiş; itiraz eden -böyle bir şey iddia etti- diye, iddia eden de –Mehdiliklerini kabul etmedi- diye kalplerini birbirlerine soğuttukça soğutmuş. Şimdi ise birbirlerini sevmeyen müslüman kesimlerde, birbirlerine karşı Süfyanlık ve Süfyaniyet iddiası da baş göstermektedir. Demek, kardeşlik noktasında buluşabilmemiz için bu konuda da bir şeyler yazmak gerekiyor.
Öncelikle, bir kişinin ya da cemaatin kendilerinde Mehdiyet iddia etmesi, az ya da çok kendilerinde Mehdi’ye (k.s.) ait doğruların bulunduğunu gösterir. O nedenle ki, böyle bir iddiada bulunuyorlar. Dolayısı ile onlara kızmak yerine, “Ne mutlu onlara ki Mehdi’nin numunelerini taşıyorlarmış” diyerek onlar için sevinmemiz gerekir. Böylece kalplerimiz onlara karşı yumuşar ve yakınlaşabilmemizi sağlar. O halde; birilerinin bizde Süfyaniyet iddia etmesi, az ya da çok bizde Süfyan’a ait yanlışların bulunduğunu gösterir. Dolayısı ile onlara kızmak yerine, “Ne yazık bize ki Süfyan’ın numunelerini taşıyormuşuz da farkında değilmişiz” diyerek kendimizi siygaya çekmemiz gerekir. Böylece onların kalpleri bize karşı yumuşar ve yaklaşabilmelerini sağlar.
Nasıl ki, Kuran’da kâfirlere dair ayetler için “bizler müminiz, o halde bu ayetler bizleri ilgilendirmez” diyemiyorsak ve o ayetlerden bizler için de dersler çıkarıp düzelmeye çalışmamız gerekse; Süfyan’dan verilen haberler için de “bizleri ilgilendirmez, bizi muhatap almıyor” diyemeyiz. Süfyan’a dair hadis ve rivayetlere bakarak kendimizi ona ait huylardan kurtarmamız gerekir. İşte ben de, “Süfyan odur-Süfyan budur” demek için değil, (her birimiz için) kendimizdeki Süfyaniyete ait huyları göstermek adına bazı rivayetlerden bahsedeceğim. Bunun için de Risale-i Nur’un Beşinci Şua’sındaki bazı rivayetleri kullanacağım.
Birincisi, “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tabi olacaklar”. İlmi ile dalalete düşmesi gösteriyor ki, Süfyanın ilmi ilm-el yakin’dir. Çünkü Yasin Suresi 12’inci ayet hakkındaki yazımda belirttiğim gibi, ilmin en alt mertebesi olan ilm-el yakin’de ayağın kayma tehlikesi çoktur. Şeytan, büyük ilmine rağmen bu nedenle asi olmuştur. Ayrıca Süfyan ilme-l yakin olduğu için düz mantık ifadeleri ve kelime oyunlarını sıklıkla kullanacaktır. Bir çok alim dahi bu sözlere ve kelime oyunlarına kanıp aynı ifadeleri kullanacaktır. Hem ilm-el yakin'in sonucu olarak, Süfyan esbabperesttir. Yani sebeplere haddinden fazla değer verecek ve onu takip edenleri bu sebepler için çalıştırdıkça çalıştıracaktır. Özellikle ekonomik ve siyasi gücün önemini nazara verdiğinden, birçok âlim ona yine hak verecek ve onun bu gücü kazanmasını destekleyeceklerdir.
Nasıl ki; bir kişinin uzakta bir duman görüp orada ateş olduğunu bilmesi ilm-el yakindir. Bu, daha önce birilerinin bize “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” dediği içindir. Halbuki Hz. Adem, Hz İsa (as)’ın babasız olması gibi ateşsiz duman ve dumansız ateş de vardır. İşte her şeyi ve herkesi, bize anlatılan bazı düz mantık ifadeler ile mukayese ettiğimizden, birbirimiz hakkında sürekli haksız zanlar oluşturup duruyoruz. Ayrıca Temel Noktalardaki Dikkatsizliklerimiz-4 (Vesileler) yazısında belirttiğim gibi sebeplerimizi ve vesilelerimizi “olmazsa olmaz” durumuna getirdiğimizden; o sebeplere ulaşmak adına ne kadar kardeşimizin üzerine basmışız, ne kadarının hakkına girmişiz, ne kadarına zarar vermişiz… umursamıyoruz. Böylece ayrılığımızı arttırdıkça arttırıyoruz. Üstelik, sahip olduğumuz ilmi yaptığımız bu zulümlere haklılık ve mazeret getirmekten başka bir şeye de kullanmıyoruz.
İkincisi, “Ahirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar, ulûhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler”. Yine Temel Noktalardaki Dikkatsizliklerimiz-1 (Lailaheillallah) yazısında belirttiğim gibi bir rivayette "Deccal, buluta yağmur yağdır emri verir, Allah yağmur yağdırır... Ölüye diril diye emir verir, Allah onu diriltir..." şeklinde geçmesi gösteriyor ki; Deccal kendinde uluhiyet iddia ederken yalancılıktan değil, yaptığı ve yaşadığı birçok olay sonrasında artık kendi de buna inandığından söyleyecektir. Süfyan da esbabperest olduğundan elde edilen tüm ikramlar, başarılar ve övgüler sebep olarak ona yetecek ve kendinde büyüklük görecektir. Dolayısı ile kendinden başkasının dini hükmünü kabul etmeyecektir. Kendini takip edenleri bu hükümler ile amel etmelerini zorlayacaktır.
Bediüzzaman’ın “Kişinin benim mesleğim haktır demeye hakkı vardır, ama hak olan benim mesleğimdir demeye hakkı yoktur” şeklinde demesinde işaret ettiği gibi; her birimiz kendi cemaatimizin gelişmesi, büyümesi, güçlenmesi ve bu gelişmeye kadar yaşanan olaylar, tevafuklar, gelen yardımlar ve ikramlar, başlarımızdaki zatlardan görülen kerametler… sonrasında sadece kendi mesleğimizin, şeyhimizin veya hocamızın hak olduğunu düşündüğümüzden, yine birbirimiz hakkında sürekli haksız zanlar oluşturup duruyoruz. Din adına kendi verdiğimiz bir hükümden başka bir hükmü de kabul etmediğimizden, o başka hükmü uygulayan kardeşimizi suçladıkça suçluyoruz.
Üçüncüsü, “Deccal’ın yalancı cennet ve cehennemi bulunur”. Demek, Süfyan’ın dahi kendi cennet ve cehennem tanımı vardır. Yani Allah kimlerin cennete, kimlerin cehenneme gideceğini belirttiği halde, Süfyan kendince birilerini cennetlik olduğu ile hükmeder cennete gönderir, birilerini cehennemlik olduğu ile hükmeder cehenneme gönderir. Hatta öyle olur ki; birilerinin İslam’a ne kadar çok inanıp yaşadığına, farzları ne kadar çok yerine getirdiğine ve sahih ameline bakmadan, sırf kendi hizmetini ve hükmünü desteklemeyip eleştirdiler ve belki engel de oldular diye onları cehenneme atar, yani cehennemde yanacaklardır diye hüküm verir. Diğer taraftan; birilerinin İslam’a hiç inanmayıp yaşamadığına, Müslüman için kötü emellerine bakmadan, sırf kendi hizmetini ve hükmünü biraz desteklediler ve belki azıcık önünü açtılar diye onları cennete atar, yani cennete gireceklerdir diye hüküm verir.
Bediüzzaman bir anısında bahseder ki; Kürt olan bir talebesi kendi yanındayken öyle bir hale gelmiş ki “Müslüman bir Türk’ü, fasık bir Kürt’e tercih ederim” demekteymiş. Bir süre ayrı düşmüşler ve o talebesinin zihni bulanmış, artık milliyetçilik damarıyla “Fasık bir Kürt’ü, salih bir Türk’e tercih ederim” der haline gelmiş. İşte; cemaat, tarikat, mezhep ve itikat milliyetçiliği damarıyla bazen bizler de benzer şeyleri söylüyoruz. Üstelik başka bir cemaat-mezhep içerisinde bulunup da bize hiçbir faydası olmadığını düşündüğümüz salih müminleri, sırf çıkarı için ya da çıkarımız için yanımızda bulunan birileri kadar dahi sevmiyoruz. Bunun için de “dilsiz şeytanlık” tabirini çok rahat kullanıyoruz.
Dördüncüsü, “Ahirzamanın eşhası-ı mühimmesinden olan Süfyan’ın eli delinecek”. Yani taraftarlarının sırf İslam için harcasın, aç olanlar doyurulsun, imkânı olmayanların imkânları artsın diye kendisine verdiği maddi kuvveti, Süfyan israf edecektir. Çünkü esbabperest olduğu için, -bunlardan ziyade- daha fazla maddi ve siyasi güç kazanmaya ve dilediği birine kazandırmaya, reklam olarak gösteriye ve gösterişe harcayacaktır. Bu harcama sonrası istediği sonucu da göremeyip, bunca malı israf etmiş olacaktır.
İşte, aza kanaat etmek, çoğu israf etmekten evla olduğu halde; cemaatler ve tarikatlar içerisinde zekât, fitre, sadaka, burs adı altında toplanan bunca maddiyatın nerelere-ne için harcandığını tam düşünmeden ve onay vererek; sadece bu maddiyatın çokluğuyla ve diğerlerinden ne kadar çok olduğuyla övünüp duruyoruz.
Beşincisi, “Deccal’ın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür”. Yani Süfyan da ilk zamanlarda büyük etkiler oluşturacak ve büyük kuvvetler elde edecektir. Zamanla ve hızlı bir şekilde hem etkisini, hem taraftarlarını, hem de kendi azmini kaybederek gününü kurtarmaya bakacaktır.
Eskiden Müslümanlar üzerinde bir zulüm ve taarruz baş gösterdiğinde ve cihat gerektiğinde, dünyanın uzak bir yerindeki müminler, tanımadıkları Müslümanlar için aylarca yolculuk edecek ve yıllarca cihat edecek kadar sebat gösteriyorlardı ve kazanılan zaferlere bakılırsa yılmıyorlardı. Şimdi ise, dünyanın bir günde ulaşabileceğimiz herhangi bir yerinde yeni bir açlık ve zulüm göründüğünde; her kesimden Müslümanlar ilk günde öyle bir tepki veriyoruz ve öyle eylem planları yapıyoruz ki, sanki yeniden ümmet olarak kenetleneceğiz ve kıyama kalkacağız, artık o açlığı ve zulmü engelleyeceğiz. Ama diğer günlerde bu tepkiler azalıyor ve daha dördüncü günde sanki hiçbir şey olmamış gibi durgun hale geliyoruz ve yeniden birbirimiz ile uğraşmaya devam ediyoruz.
⚛⚛⚛
İşte, her bir Müslüman kesim olarak kendimizde Süfyaniyete ait böyle huylar bulunduğu halde, bunun farkında olmadan ve kurtulmaya, bu huyları güzele çevirmeye çalışmadan sürekli başkalarını Süfyaniyet ile suçlamak akla ve vicdana sığmamaktadır. Üstelik, her gün birbirimize karşı kardeşliğimizi bozacak şeyler söyleyerek ve eylemlere girişerek, kardeşliğimizi sağlamaya çalışırken de nefsimize yenik düşüp bunu sağlayacak asıl noktaları es geçerek; gerçek Süfyan’a hizmet ettiğimizin farkında da değiliz. Çünkü Mehdi, müslümanların ittihadından kuvvet bulacakken; Süfyan, müslümanların ihtilafından kuvvet ve yol bulacaktır.