Öncelikle ben, Ehli Sünnet ve-l Cemaat itikadı üzereyim. Hem bu yolun hakikatten en çok payı aldığını düşündüğümden, hem diğer mezheplerdeki fikirleri ve hissiyatları tam bilemediğimden, hem de bu mezheplerin sayısının çokluğu sebebiyle; diğer tüm mezhepler için ayrı ayrı olarak başka mezheplere karşı kötü zannını güzele çevirecek yazılar yazamam. Bu nedenle sadece Ehli Sünnet ve-l Cemaat üzere giden kardeşlerimin, diğer itikadi mezheplerdeki arkadaşlarına veya kendi içimizdeki farklı fikirleri savunan kardeşlerimize olan zanlarını güzele çevirmesini ummak için yazacağım. Fakat yazacağım bu konu ortak mesele ve genel durum olduğu için, belki diğerleri de okuyup kendine göre dersler alabilir.
Bu meseleyi de şöyle açıklayacağım;
Öncelikle Yasin Suresi’nin 47'inci ayeti[1] ile tam emin oldum ki; bir hakikat nefis hesabına tartılırsa ve şeytanın da yardımıyla çok rahat bir şekilde o hakikatten yanlış bir hüküm çıkarılabiliyor. Hem bu hüküm ve sözler oldukça kafa karıştırıcı olduğundan insanları kolay etkileyebiliyor. Ve bu ayet gibi durumlar türlü türlü şekillerde günlük hayatımızda da yaşandığından bir örnek olarak Kur’ân'a girmiş. Mesela bu ayeti okuyunca, kendi yaşadığım bir olayda inançlı bir arkadaş kaderden bahsederken inancı zayıf başka bir arkadaşın ona söylediği “Madem kader var ve kaderimizde başımıza kaza gelecek, o halde neden ‘Allah’ım bana kaza verme’ diye dua ediyoruz?” sözünü hatırlamış ve bu ayete benzetmiştim. Çünkü iki durumda da, Allah'ın (c.c.) hikmetleri anlaşılmadığı için çelişki var gösterilerek, bir hakikatten bir inkâr zihniyeti çıkarılmak isteniyor.
Ama inanmayan veya inancı zayıf olan insanlardaki etki bu şekildedir. İhlâsla inanan ve imanından vazgeçmeyen birinde ise daha farklı bir etki oluşuyor. Aklına ve kalbine böyle bir vesvese gelen mümin, imanını kaybetmekten çok korktuğundan bu vesvesedeki fikirlerden de çok korkuyor. Bu nedenle çelişki varmış gibi gösterilen o hakikati, kendine göre yeniden sağlamlık kazandırmak için, farklı bir hikmet ve itikad ile açıklama ihtiyacı hissediyor ve o yolda uğraşıp tefekküre dalıyor. İşte bana göre birçok farklı itikad mezheplerinin oluşmasının temellerinin birinde bu türden bir korku yatıyor. Mesela biz, onca ayeti delil göstererek ve hiçbir çelişki düşünmeyerek itikad ediyoruz ki “Rabbimiz kaderde her şeyi önceden belirleyip yazmıştır”. Ama biz böyle deyince, aynen ayetteki ve yaşadığım olaydaki gibi inançsız biri diyecek ki “O zaman Allah kaderde bana kâfir olmamı yazmışsa, benim ne suçum var? Ve cehenneme gitmem nasıl adalet olur?”. İşte başka bir mümin de böyle bir adaletsizlik fikrinden korkup, kaderi bizden daha farklı bir itikad ile açıklamaya çalışıyor, kimisi de bulamayınca reddediyor.
İşte böyle müminlerle kardeşlik veya en azından arkadaşlık kurabilmemiz için düşüneceğiz ki; Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) bir hadisinde belirttiği gibi, tefekkür eden fikrinde hata etmişse bir sevap alır, isabet etmişse iki sevap alır[2]. Eğer o tefekkürü Allah’ın rızasını kazanmak, İslâm’ı üstün göstermek ve Müslümanların imanını korumak gibi halis bir niyet ile gerçekleştirmiş ise böyledir ve belki o niyetle bazı âmel ve fiiller uygulamışsa da aynen geçerlidir. Yani birisi -ama ihlâs ile-, “İslâm’da şirk ve dolayısıyla her türlü puta tapmak yok ve Kâbe’de Müslümanların Hacer-ül Esved’e dokunup öpmesi ve fayda umması da bir çeşit put gibidir” diye düşünüp insanları putçuluktan uzaklaştırıp bir tek Allah’a (c.c.) bağlamak için Hacer-ül Esved’i kırarsa bir sevap vardır. Ama başka birisi, Hz. Ömer (r.a.) gibi “Ben seni öpüyorum, ama senin ne zararı ne de yararı olmayan bir taş olduğunu çok iyi bilirim. Ve muhakkak ki benim Rabbim Allah’tır. Eğer Resulullah’ın seni öptüğünü görmeseydim, seni öpmezdim” diye düşünerek Hacer-ül Esved’i tekrar birleştirip yerine koyarsa belki ikiden çok fazla sevap vardır. Çünkü birincisinde Allah’ın rızası niyet edildiği için bunun sevabı vardır, ikincisinde de aynı amacın yanında Resulullah’ın (a.s.m) sünnetinin ve Allah'ın hacer-ül esved’e dair birçok hikmetinin yeniden işlemesine vesile olunduğu için çok daha fazla sevap vardır. İşte aynen bunun gibi birçok mesele de bu şekildedir.
Aslında, bu gibi farklı itikadların bir riski vardır. O da; bunun gibi kadere, ibadetlere vb. şeylere dair bazı meseleleri ret ede ede, küfrün âdeti olan reddiyeye alışmak ve ifratla birlikte o reddiyenin ucunu kaçırmaktır. Biz ise aklımıza sığmayan meseleleri, “Bize göre çelişkili ve çıkış yok gibi görünse de, belki Allah’ın bildiği ve bizim bilmediğimiz nice şeyler sebebiyle Allah nezdinde çelişki yoktur” düşüncesiyle vicdanen kabul ettiğimiz için, müminin âdeti olan “gaybe iman”a alışmışız. Bu nedenle böyle bir riskten biz daha emin vaziyetteyiz. Nasıl ki; riske düşen ve köşeye sıkışan daha saldırganlaşır, kendinden ve çevresinden emin olan uysallaşır. Dolayısıyla en başta bizler başkalarına karşı daha yumuşak ve hoşgörülü olmamız gerekir. Hem dediğim gibi, farklı itikaddaki bu Müslümanlar da ihlâslıdırlar ve Allah'ın (c.c.) rızasını ümit ediyorlar. Hadiste de belirtildiği gibi en az bir sevap kapısı onlara da açıktır. Madem sevap kapısı açık, bundan da anlaşılıyor ki yine en az bir cennet kapısı da onlara açıktır. Madem cennet kapısı onlara da açık, o halde onlar da bizim kardeşimizdir ve önceki yazdığım yazılara da dâhildirler.
Hem bahsettiğim ilgili hadiste işin sadece sevap kısmına değinilmiş, (elbette ki içinde olabilecek) günah kısmına dokunulmamış. Bir tek Allah’ın (c.c.) söz sahibi olduğu bu günah kısmına, madem Peygamber Efendimiz (a.s.m.) dahi dokunmamış, bize de dokunmak düşmez. Yani “bir sevap vardır ama şundan dolayı bu kadar da günaha giriyorlar” denebilse de denmez. Bize ancak hüsnü zan düşer.
O halde kendi fikrim olarak, imanını kurtarmak kişi için en önce geldiğinden; eğer bir hakikatte aklına vesvese girmişse ve çelişkiye düşmüşse, bu durumdan bir türlü kurtulamıyorsa, sorup-öğrenecek de bulamamışsa ve artık imanını kaybetme noktasına gelmişse; sadece kendisi için o hakikati farklı bir itikad ile düşünme yolu araması ve yerine göre reddetmesi; o kişinin üzerine vaciptir. Mesela; nice hastalıklar vardır ki herkes için zehir olan, o hasta için ilaçtır. Aynen bunun gibi belki Allah Teâlâ (c.c.), bu itikadi mezheplerin zuhurunu aynı korkulara sahip nice çaresiz insanlar da imanlarını kurtarsınlar diye dilemiştir. Ama onların da düşünmesi gerektiği şu ki; kendisi için ilaç olan o zehri, sanki herkes için ilaçmış gibi yamaya çalışması ve sağlıklı nice insanlara zehir zerketmesi, “hakikat” noktasında da, “ahiret” noktasında da yanlıştır.
- Onlara, “Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden Allah yolunda harcayın” denildiği zaman, inkâr edenler iman edenlere, “Allah’ın, dilemiş olsa kendilerini doyurabileceği kimselere mi yedireceğiz? Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz” derler. (Yâsin Suresi, 47)
- Bir Hakim içtihad edip karar verdiği zaman, eğer isabet ederse ona iki sevap vardır. Eğer içtihadında hata ederse, ona da bir sevap vardır. (Buhari; İ'tisam, 21)