Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü'minler de (iman ettiler). Her biri; Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: "Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz." Şöyle de dediler: "İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır." (Bakara Suresi, 285)
Miracın bir hediyesi ve bu cihetiyle bir nebze daha fazla ehemmiyeti bulunan, bu ehemmiyete binaen ve içerisindeki manalar, hissiyatlar artık kalplere sirayet etsin diye her gece tekrar tekrar okutulan, Bakara suresinin bu son iki ayeti dahi Müslümanlar arası kardeşliğe dair pek önemli hikmetler içermektedir. Bunlar, hem ne yolla kardeşler olduğumuzu hem de kardeşlik olarak ne tür hissiyatlar beslememiz gerektiğini ve de neyden sakınmamız gerektiğini göstermesi cihetiyle, özellikle şu son olaylar içerisinde, çok ehemmiyet vermemiz gereken manalardır. Bu manaları da kısım kısım vermeye çalışacağım.
Öncelikle ilk ayet bizim nasıl ve ne yolla kardeş olduğumuzu gösteriyor. Mesela;
Birincisi “Rasul, Rabb’inden kendisine indirilen ne varsa iman etti, ‘müminler’ de”. Yani Peygamber Efendimiz (sas) kendisine indirilen ne varsa hepsine önce kendi iman etti, sonra peygamberlik vazifesi gereği müminler de ona indirilene iman ederek ona ümmet oldular. Ayrıca bu ayette ortaya çıkıyor ki, bundan sonra “mümin” olmanın bir şartı efendimize ve ona indirilene iman etmektir. Yani kelime-i şehadetin ikinci kısmını da tasdik etmek bir insanı anca mümin kılar. Çünkü mesela “Bulut, deniz ve okyanus sularının buharlaşmasıyla oluşur, yağmur da” sözünden anlarız ki bir suya “yağmur” diyebilmemiz için buluttan düşmesi ve ikisinin de kaynağının aynı olması gerekir. Madem hepimiz Rasulullah’a ve ona indirilen Kuran’a imam ediyoruz ve demek hepimiz müminiz ve artık tek bir zatın tek bir ümmetiyiz. O halde ümmet içerisinde kardeşliği sağlamak en önemli vazifemizdir. Aksine hareket etmekle, içinde bulunduğu aileyi parçalamaya çalışan biri gibi, içinde bulunduğu ümmeti bilmeden de olsa parçalamaya çalışan biri durumuna düşeriz. Çünkü bizler başka bir ümmetin müminleri değiliz, aynı ümmetin müminleriyiz. Hem bir kısım yağmur damlaları aynı bulutta olduğu halde “o damlalarla beraber toprağa düşmem” deseydi, yeryüzü yeterince sulanamazdı, temizlenemezdi ve bereketsiz kalırdı. Sonuçta kuraklığın acısını hepimiz biliyoruz. İşte başka cemaatten Müslüman bir kardeşimiz için de, aynı zatın ümmeti ve aynı dinin hizmetçisi olduğumuz halde “onlarla beraber hizmet etmem” dersek kurumuş kalpleri yeterince sulayamayız, temizleyemeyiz ve o kalpler iman yeşertme noktasında bereketsiz kalır ve kalmış. Bu kuraklığın acısının çok daha büyük olduğunu bakarsak görebiliyoruz. Çünkü herkesin kendi bahçesi olan kendi cemaatini, en azından ailesini kendi imkânlarıyla sulamaya çalışsa da o kuraklıktan elbet etkileniyor.
İkincisi “Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti”. Yani sonuçta biz Müslümanlar hepimiz imanın ve mümin olmanın bu şartlarını da yerine getiriyoruz. Hiçbirimiz “Siz o peygamberin, o kitabın, o meleğin varlığına inanmıyorsunuz ama biz inanıyoruz” demiyoruz. Demek iman seviyemiz aynıdır. Bir kişinin imanının azlığı, bunlardan birine itirazı artmışsa belli olur. Ama bunlara ister tahkik ile, ister tasdik ile, ister taklit ile fark etmez hepsine iman edersek birbirimizin imanlarına karşı üstünlük yoktur. Ancak “Kötü Zannı Güzele Çevirmek (3)” yazısında belirttiğim gibi bu üç yolla beraber iman etmek, çok geniş ilimlerin ve manevi-kalbi hallerin kapısını açtığından üçünün ayrı ayrı olmasına göre daha üstün oluyor. Eğer bizim cemaatimizin tatbikatları bunlardan birini eksik bırakıyorsa, eksik kalan o kısmı yapan başka bir cemaatle beraber olmak da aynı üstünlüğü kazandırabilir. İşte bu nedenle, çok daha üstün konuma gelmek istiyorsak, beraber hareket etmek bir gerekliliktir.
Üçüncüsü “O’nun peygamberlerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız”. Yani biliyoruz ki her bir peygamber “ikincisi” olarak yazdığım aynı iman esaslarını anlatmak için gönderildi. Her bir peygamber Allah’a iman etmeyi, Allah için ibadet etmeyi anlattı. Kimisi tutup (haşa) başka bir ilaha çağırmadı. Bu konuda aralarında hiçbir ayrım yapmıyoruz. Farklılıkları bazı şer’i meselelerdir ama bu farklılık hürmette ve sevgide bir farklılık oluşturmuyor, her bir peygamberi aynı seviyoruz. O halde görüyoruz; Peygamber (sas) varisleri olan evliyalar, âlimler ve arifler de bunlardan farklı bir şey anlatmıyor. Her birinin ardında oluşan cemaatler, tarikatlar da farklı bir şey anlatmıyor. Farklılıkları şer’i de değil tatbiki olup, bu durumun da hürmette ve sevgide farklılık oluşturması gerektirmez. Eğer mümin isek “Bu evliyalar, âlimler, arifler, cemaatler, tarikatlar arasında da ayrım yapmayız” deyip beraber hareket etmemiz, en azından saygı göstermemiz gerekiyor.
Dördüncüsü “İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, bağışlamak senindir ve dönüş sanadır”. Yani mümin önceden bilmediği bir hakikati ve bir uyarıyı duyduğu zaman, artık o hakikate uygun hareket etmeli ve o uyarıya uyumalı; “bağışlama” ve “dönüş” makamının Allah’a ait olduğunu bilmeli. Demek mümin oldukları için, bir cemaatte ya da tarikatta bulunan çoğu insan o cemaatten önceden farkında olmadığı bir hakikat ve uyarı duyduğu zaman itaat etmek istemiş, doğal olarak da ilk duyduğu o cemaate tabi olmuş. Her bir böyle insanlar da aynı hakikatleri ilk olarak başka cemaatler tarafından etkilenerek duyduğundan, farklı farklı cemaat ve tarikatlarda kendilerine yol bulmuşlar. Bütün herkes de “bağışlama” ve “dönüş” makamının Allah’a ait olduğunu da biliyor. O halde müminsek (ki müminiz) Kuran’da da okuduğumuz, cemaatlerin de kendi içlerinde her zaman anlattığı Müslümanlar arası kardeşlik hakkındaki hakikatlere ve uyarılara itaat etmenin zamanı gelmiştir.
İşte Amener-Resulü’nün bu birinci ayeti bize, ne yollarla kardeş olduğumuzu ve neden kardeş olarak hareket etmemiz gerektiğini ve bunun müminin vazifesi olduğunu bildiriyor. Hem son olarak, bu ayetin bir nev’i tefsiri olarak gördüğüm Üstad Bediüzzaman’ın uhuvvetten bahsettiği risalesinin şu çok sevdiğim kısmını da yazmak istiyorum:
“Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın! (Mektubat, Yirmiikinci Mektup)”