Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Şöyle diyerek dua ediniz): "Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et." (Bakara Suresi, 286)
Bu ikinci ayette ise nasıl bir kardeşlik hissiyatı taşımamız gerektiği ortaya çıkıyor. Ayrıca tıpkı Fatiha Suresi’ndeki gibi, nasıl dua etmemiz gerektiği örnek olarak da veriliyor. Özellikle şu son zamanlarda bu hissiyatlara ve bu dualara çok ihtiyacımız vardır. İnşallah içinde “pişmanlık” da bulunan bu hissiyatları yakalarız. Mesela;
Birincisi “Allah nefse kaldıramayacağından başkasını yüklemiyor”. İşte tüm önceki kardeşlik gereklilikleri ile beraber baktığımızda, Allah ibadet, emir ve yasaklar noktasında insanın kaldıramayacağı ve yapamayacağı bir yük yüklemediği gibi, kardeşlik noktasında da yüklememiş. Kardeşlik için yapılacak her adımı atmak, hatta kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih etmek her mümin için kolaydır. Hem madem Allah kaldıramayacağımız yükü bize yüklemiyor ve bizi ondan sorumlu tutmuyor. O halde göreceğiz ki kaldıramayacağımız bir yük varsa, demek Rabbimiz onu kaldırmamızı istemiyor. Örneğin, “tüm insanları Müslüman yapmak, her Müslüman’ı ilim sahibi yapmak, her ilim sahibine kendi ilmini benimsetmek… vs” gibi yükler, özellikle tek bir şahıs veya tek bir cemaat olarak bizim yükümüz ve sorumluluğumuz değil. Peygamberlere ve Peygamberimiz’e (sav) dahi bu yük yüklenmemiş. Bizim sorumluluğumuz, varsa bildiğimiz bir doğru onu söylemek, fikirlerin yayılması işini Allah’a bırakmak ve her Müslüman’ı kendi halinde kabul edip kardeş olmak ve var olan yükleri beraber taşımaktır.
İkincisi “(Her nefsin, bireyin)Hayırda kazandığı kendi için, şerde kazandığı kendi üzerinedir”. İşte sonuçta her Müslüman da kendi imanınca, kendi itikadınca, kendi ilmince ve kendi cemaatince bir takım şeyler, işler ve hizmetler, tatbikatlar yapıyor. Bunların kazandıkları hayırlar ve şerler kendilerinedir. Bunlardaki kararı elbet Rabbimiz verecektir. Bizim için önemlisi bizim ne kazandığımızdır ve ne kaybettiğimizdir. Gıybetle, öfkeyle, inatlaşmayla, kendimizi en üstün ve en doğru göstermeye çalışmakla, illa kendi fikrini benimsetmek ve herkes bizim tatbikatımızı yapsın istemekle kaybettiğimiz milyonlarca belki milyarlarca farklı cemaatten, tarikattan, mezhepten, milletten olan kardeşlerimiz karşılığında ne gibi bir hayır kazanıyoruz acaba! Hiç düşündük mü? Bu kadar Müslüman kardeşimizi kaybetmekle kazandığımız şerlerin musibet, bela, çile, zulüm ve tokat olarak yine bizim üzerimize döndüğünü anlayamıyor muyuz? Hem bir Müslüman kesime saldırırken kendi üslup, saygınlık, ciddiyet, hoşgörü ve maneviyat cephaneliğimizden harcadığımızı ve başka düşmanlardan korunmak için kullanmamız gereken bu cephaneliklerimizi sürekli azalttığımızı; hem mümin sayısını sürekli arttırmak istediğimiz halde savunma cephaneliğimizi boş yere ve saldırma cephaneliğimizi yanlış kişilere harcıyoruz diye birçok insanı kendi cemaatimizden; karşı cemaatin de insanları kendine çeken ve mümin olmasını sağlayan nice hakikat bahçelerine düşen bombalarla o bahçelerin harap olmasından dolayı yine birçok insanı o cemaatten kaçırttığımızı ve hatta hem bizden hem onlardan nice insanların daha ileri gitmelerini sağlayıp dinden soğuttuğumuzu göremiyor muyuz? Tüm bunları gördüğümüzde hiçbir kesim ben kazandım diyebilir mi?
Üçüncüsü “Ey Rabbimiz, unuttuysak ya da hataya düştüysek bizi cezalandırma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin şeyler gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi de bize yükleme. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize merhamet et. Sen bizim Mevla’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et”. Yani Müslümanların aralarının açılmışlığının ve bundan dolayı güçsüz düşmüşlüğünün kalbi sıkıntısı, tek bir zat’a (sav) “ümmet” olup da ümmet olamamanın pişmanlığı, bunda kendi nefsinin de payı olduğunu düşünmenin vicdani azabı, Müslümanlar arası birlikteliğin yeniden sağlanması için tek yol olan “Allah’a tövbeyle sığınma ve O’ndan yalvarmayla bunu dileme” hissiyatları ile şu duayı etmeliyiz:
“Ey Rabbimiz; şu zamanın meşakkatleri içerisinde kendi işlerimize, ibadetlerimize, hizmetlerimize, tatbikatlarımıza yoğunlaştığımız için başka cemaatten, milletten Müslüman kardeşlerimizi unuttuysak ve farkında olmadan, bilmeden ya da bilerek o kardeşlerimizin hak ve hukukuna zarar verip ‘kardeşlik hukukunu’ çiğnediysek ve böylece Müslümanların arasını açtıysak ve başta İslam’a olmak üzere hem bizim hizmetimize hem onların hayırlı hizmetlerine bir zarar verdiysek; tövbe ediyoruz ve bundan dolayı bizi cezalandırma. Ey Rabbimiz; Ümmetin bizden önceki Müslüman kesimleri de, kendi unutkanlıkları ve hataları ile bu ayrılığa zahiri sebep oldular. Bunun neticesinde de güçsüz düşme, devlet ve millet olarak parçalanma, harici milletlerden musibet ve zulüm görme cezalarını çektiler. Birlik olmadıkları için koca koca, ağır, dünyevi ve uhrevi yükleri (mecbur olmadıkları halde) tek başlarına taşımaya çalıştılar, kimisi de dayanamayıp yükün altında kaldılar. Bizi de yaptıklarımız neticesinde yalnız bırakıp, bizden öncekiler gibi cezalandırıp onlarınki gibi ağır bir yük ile yükleme. Ey Rabbimiz; Bizden öncekilerden miras kalan ve bizim de yaptıklarımız ile daha da ağırlaşan, artık ne kalben, ne vicdanen ne de yaşadığımız bin bir türlü sıkıntılarla taşıyamaz olduğumuz, öyle bir yük ki kendi cemaatimizdeki hafif hizmet yükünü çekmeye bile takat bırakmayan, bu ‘parçalanmışlık’ yükünü bize de yükleme ve bizim üzerimizden kaldır. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize merhamet et. Sen bizim Mevla’mızsın. Bizi tekrardan birleştir ve parçalanmışlığımızı fırsat bilip bizi yok etmeye, İslam’ı etkisiz kılmaya çalışan Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et”. Amin!