بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
ذَلِكَ لِيَعْلَمَ أَنِّي لَمْ أَخُنْهُ بِالْغَيْبِ⚛وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي⚛
Bu, ona gizlice hainlik etmediğimi bilmesi içindir. (Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. (Yusuf Suresi, 52-53)
ذَلِكَ لِيَعْلَمَ أَنِّي لَمْ أَخُنْهُ بِالْغَيْبِ⚛وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي⚛
Bu, ona gizlice hainlik etmediğimi bilmesi içindir. (Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. (Yusuf Suresi, 52-53)
İmanın ve İslâm’ın temellerine (yani altı ve beş şarta) riayet ettiği için kendisini hak yolda olarak gördüğüm hangi cemaat ve tarikattan biri ile konuştuysam, mü’mince bir haslet olarak nefsini kusurlu görüyor ve (âmelini daha da güzelleştirmek arzusundan maksatla) kendi kusurlarını ve “keşke”lerini anlatıyor. Bu durum oldukça sevindirici ve memnun edici olmasına rağmen, bende çoğu zaman iç burkan ve rahatsız eden, “Niye böyle bir şey düşünüyor?” diye aklımdan geçen ve tarif edemediğim bir etki bırakıyordu.
Bu etkinin bir nedenini burada Müslümanlar arası kardeşliğe dair yazılar yazmaya başladığım zaman anladım. Evet! Mü’min nefsini doğru değil, kusurlu görmelidir. Nefsini büyükleyen hakikatten uzaklaşırken, nefsinin hatalarını itiraf eden hakikate yaklaşır. Ama bazen oluyor ki; teessüflerimizin hedefini ve yönünü şaşırıp, nefsimiz yerine kendimiz üzerinde topluyoruz ve uluorta saçıyoruz. Hatta her şeyde “ifrat ve tefrit” zararlı düştüğü gibi aslında bunda da zararlı düşüyor ve bu durum bazen Allah’tan (c.c.) ümit kesmeye kadar vardırabiliyor.
Yakın bir zamanda, beş vakit namazını kılan ve diğer farzları yerine getiren, bir tarikata ve bir Allah Dostu'na (k.s.) intisap etmiş ve onu sıklıkla ziyaret eden ve benim de ziyaret etmeme vesile olan bir kardeşim yine her zamanki gibi kusurlarından ve âmellerinin yetersizliğinden bahsederken aklıma geldi ve şöyle söyledim: ❝Evet insan nefsini kötüleyecek ama kendini kötülemeyecek. Çünkü nasıl ki, Allah’ın rızasından başka amaç için çalışmayan bir Müslüman hakkında kötü konuşmak ve âmellerini değersiz görmek olmaz. Sen de bir Müslüman olduğun için kendin hakkında böyle konuşmamalısın. Ve nasıl ki her şeyde kanaat gereklidir, yapabildiğin ameline kanaat etmelisin.❞
Bunu söyler söylemez anladım ki, böyle şeylerde aşırıya gitmek, Allah Dostları'nın ve âlimlerin kendini kötülerken kullandığı sözlerin hikmetini anlamadan aynısını yapmaya çalışmak Müslümanlar arası kardeşliğe de zarar verdirebiliyor. Çünkü kendini hak gördüğü bir cemaat içinde bulup, ibadetini tam ve cemaatin güzel âmellerini sürekli yapmaya çalıştığı halde, nefsinin yanında sürekli kendisinin kusurlarıyla ve âmelini tam yapamamaktan gelen vesveselerle alakadar olan herhangi bir Müslüman; karşı cemaatteki Müslüman’ın âmellerinden, niyetlerinden ve o âmellerdeki hikmetlerden haberdar olmadığı; üstelik kendi cemaatinin tatbikatları kendine en güzel göründüğünden ve hem belki tek güzel olan onlarmış gibi hissettiği için “Ben bu kadar güzellikler içinde böyle kusurlu olduğum hâlde, onlar kim bilir ne hâldedir?” fikrine istemeden de olsa kapılabiliyor. İşte böylece başka cemaatteki bir kardeşi hakkında yanlış zanlar oluşmasına kapı aralamış oluyor.
Böyle yanlış fikirlere kapılmamak ve fikri güzelleştirmek için şunları anlatmak istiyorum;
Birincisi, kendimizi herkese kötüleyip durmamalıyız. Kendimizi en çok bildirmemiz gereken Allah’tır (c.c.). O’na bildireceksek de nefsimiz ve şeytanı Allah’a (c.c.) şikâyet etmeli; kendimizin acizliğini, cahilliğini ve fakrını itiraf edip Allah’a (c.c.) sığınmalıyız ve o acizlik, cahillik ve fakirlik yüzünden nefsimize ve şeytana daha fazla uymamak için Allah’tan (c.c.) yardım ve hidayet istemeliyiz. Kusurlarımızı başkalarına da anlatabiliriz ama anlattığımız bu kişiler âlimler, imamlar ve tabi olduğumuz insanlar olmalıdır. Bunu da durumumuza rehber olmaları ve yol gösterip düzelmeye çalışmamız için yapmalıyız. Hem kendimiz de bir Müslüman olduğumuz için, kusurlarımızı durduk yere ortaya dökemeyiz ve şükre vesile olan güzel yanlarımızı bırakıp sadece kusurlarımız ile ilgilenip duramayız. Hatta ben bu fikirlere kapıldıktan sonra, bana gelen “Gıybet nedir?” sorusuna birden “Gıybet, kişi hakkında kusurlarını kullanarak konuşmaktır. Gıybetin en kötüsü de kişinin kendisinin gıybetini yapmasıdır” şeklinde cevap vermiştim.
İkincisi, eğer amaç nefsin kibirlenmesini ve enaniyetini kırmak ise yukarıdaki aynı hissiyatı kullanabiliriz ama farklı bir fikir elde etmek gerekir. Yani “Ben bu kadar güzellikler içinde bunca kusurlu olduğum hâlde, belki onlar kendi hizmetlerini benim kendi hizmetimi yapabilmemden daha iyi yapıyorlar. Demek onlar da benden üstün olabilirler” fikri ile hem nefsin asıl enaniyetini ve büyüklenmesini kırabiliriz, hem de başka cemaatten kardeşimiz ile aramızı açacak zanlardan kurtulmayı bırakın, aramızı yakınlaştıracak fikirler elde etmiş oluruz. Ayrıca en büyük evliyalardan olan İmam-ı Rabbani (k.s.) gibi zatların kendinden bahsederken “İnsanların en aşağısı…” şeklinde bahsetmesinin hikmetine bir adım daha yaklaşmış oluruz. Çünkü onlar öyle azim bir dairede öyle azim bir hizmete girdiklerinden, hem kibirlenmemek ve asıl övgüyü Allah’a vermek için o hizmette yaptıklarını bir o kadar da değersiz bulduklarından ve hâlbuki zulmü amaç edinmiş en küçük bir zalim bile kendi amacını kendi küçük dairesinde pek ileri seviyede yaptığını gördüklerinden; böyle şeyler söyleme ihtiyacı hissetmişlerdir. Yoksa onlar kendilerini biliyorlar ve değil “ilim” ve “ibadet” sadece imanı elde etmekle bile ahret noktasında milyonlarca insandan daha üstün olunacağının farkındalar.
Üçüncüsü, Allah’ın (c.c.) bereketinden, rahmetinden ve affından ümit kesilmez. Yukarıdaki gibi bir fikre bir de Allah’ın (c.c.) rahmetinden ümit kesmek eklenince daha da istenmeyen fikirler ortaya çıkabilir. Yani kusurlarımız sebebiyle kendimizi azaba ya da nimet eksikliğine müstehab görmeye başlayınca, yukarıdaki gibi bir fikir başkalarına da azabı vacipmiş gibi gösterebilir. Bu da Müslümanlar arası kardeşlik için en büyük engellerden biridir. Ama bizler Allah’a (c.c.) olan ümidimizi tazelesek ve ihtiyacımız olan tesellileri arayıp bulsak, bir de ikinci olarak saydığım fikir ile düşünsek; “Rabbim’in beni affetmesi bu kadar mümkün ve az âmelimin karşılığında sayamayacağım kadar rahmeti bana vermesi bu kadar ümitvar ise; onların benden daha çok mümkündür, ümitvardır” diyebileceğiz. Ve böylece başka cemaatten kardeşimiz hakkında güzel zanlar oluşmasına zemin hazırlamış olacağız.
⚛⚛⚛
Bu üçüncü yazdığım meselede istenen teselli Kur’ân'ın başından sonuna kadar var. Hatta tüm tesellileri Yasin Suresi’nde daha açık ve toplu tarzda Rabbimiz (c.c.) hissettirmiş. Son zamanlarda bu sureden yaptığım tefekkürler öyle teselliler aşıladı ki, hadiste “Hasta ve ölülerinize Yasin Suresi okuyun”[1] denmesinin bir hikmetini anladım. Çünkü Allah’ın (c.c.) rahmetine karşı ümide en fazla, ölümü hatırına getiren hastalar ve kendilerine çok uzun gelen bekleyişle kabirde ahiretini bekleyen ve sonunu korku ile merak eden ölmüşler muhtaçtır. İşte son zamanlarda ben de; böyle bir tesellinin Müslümanlar arası kardeşliğe de fayda sağlayacağını düşündüğümden; tefsir değil de yazılı tefekkür suretinde, Yasin Suresi hakkında ayet ayet yazılar yazma isteği doğdu. Çünkü sadece teselli yoluyla değil başka yollarla da Müslümanlar arası kardeşliğin ehemmiyetine dair işaretler var.
- (Müsned, V/26)