بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدَّا فَاَغْشَيْنَاهُمْ لَا يُبْصِرُونَ⚛
Biz onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler. (Yasin Suresi, 9)
وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدَّا فَاَغْشَيْنَاهُمْ لَا يُبْصِرُونَ⚛
Biz onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler. (Yasin Suresi, 9)
Bu ayette, önceki ayette belirtilen bir belanın yanında, ikinci bir bela daha tanımlanmaktadır. Bu bela da o önceki bela gibi, yine biz müminlerin de başındadır. Bu beladan da kurtulma yöntemi, yine ayetin manası içerisinde gizlenmiştir. Bu ayetin bize de dair hikmetlerini şu şekilde tefekkür ediyorum;
Birincisi, arkadaki setten bir maksat insanın geçmişte yaptıkları ve yapamadıkları ile öndeki setten bir maksat insanın geleceğe dair amaç ve planlarıdır.
Çoğu insan geçmişte yaptıklarıyla ilgilenip “ben yaptım” diye sevinmekle ve yapamadıklarıyla ilgilenip “keşke” diye üzülmekle o kadar meşgul oluyor ki; Allah’ın geçmişe dair hikmetini, kader cihetiyle takdirini, imtihan ve kemale erdirme ya da erdirmeme sırlarını düşünüp teslim olma fırsatı bulamıyor. Hatta geçmişte sadece belli ve yakın dünyevi bir zaman aralığına odaklandığından ve bu geçmiş zamanın olayları bir duvar gibi arkasına dikildiğinden, iman boyunun kısalığı ölçüsünde de, zamanın bir ucu olan “Kalu Bela” yı ve o zaman Rabbi ile nasıl sözleştiğini göremiyor. Hem çoğu insan gelecekteki yapacaklarıyla da ilgilenip “ileride şu gerekecek ve ben yapmazsam olmaz” diye düşünmekle ve o amaçla ilgilenip “bunun için de adım adım şunları yapacağım” diye planlamakla o kadar meşgul oluyor ki; Allah’ın geleceğe dair hikmetini, kader cihetiyle takdirini, imtihan ve kemale erdirme ya da erdirmeme sırlarını düşünüp teslim olma fırsatı bulamıyor. Hatta gelecekte sadece belli ve yakın dünyevi bir zaman aralığına odaklandığından ve bu gelecek zamanın olayları bir duvar gibi önüne dikildiğinden, iman boyunun kısalığı ölçüsünde de, zamanın diğer bir ucu olan “mahşer”i ve o zaman Rabbi ile nasıl yüzleşeceğini göremiyor.
İkincisi, yine önümüzde ve arkamızda ne kadar yön varsa her tarafta duran ince bir “esbab perdesi”nin bulunmasıdır. Yani Rabbimiz çoğu şeyi doğrudan vermek yerine, ince olan ama yinede arkasını buğulaştıran bir sebepler perdesi ile veriyor. İnsanın iman gözü köreldikçe ya da dikkati dağıldıkça perdenin arkasını görmek zorlaşıyor. Dolayısıyla da bu durum ister istemez insanı “esbaba riayet”e sevk ediyor. Hatta bir kısım müminler dahi “esbaba riayet”te ifrat derecesinde davranıyor. Ama Üstad Bediüzzaman'ın da dediği gibi asıl riayeti Müsebbib-ul Esbab'a (cc) yapmadığından, insan altından kalkamayacağı bir yük daha yüklenmiş oluyor.
Mesela bakıyoruz; bir elma için ağacı sebeptir, ağacı için fidanın büyümesi sebeptir, fidanın büyümesi için toprak ve o toprakta su sebeptir, su için de yağmur sebeptir, yağmur için bulut sebeptir, bulut için…. şeklinde sayısız sebepleri sayabiliriz. İşte bir tek elma ihtiyacımız için bile bu kadar sayısız sebepler varken; sayısız ihtiyacımızın her biri için gerekli sayısız sebepleri düşündüğümüzde, herhangi bir insan ya da insan topluluğu o sayısız sebeplerle ilgilenme kabiliyetine sahip midir? Birebir ve eksiksiz ilgilenilebilir mi? Elbette ki bunun için uğraşanlar kaldıramayacağı bir yük yüklenmiş olur. İman gözü kör olanlar perde arkasını zaten göremezler ama esbaba ifrat derecesinde riayet eden müminlerin dikkatleri dağıldığından, en parlak olan iman esaslarını perde arkasından sezse de daha sönük olan ve başka bir gözle bakmak gereken ince esasları göremiyorlar ve bilmeden de olsa o esaslara muhalif hareket edebiliyorlar. Hem de yaptıkları sonucunda ortaya çıkan bir hayırdan, Allah’ın yanında o sebeplere de haddinden fazla pay vere vere kişinin “enaniyeti” ve “esbabperetliği” de artıyor. Ayrıca yine böyle sayısız yükü yüklenmek ve tüm sebeplerle ilgilenmeye çalışmak da önceki bela gibi, insanın kendisini dünya işlerine, maişetine ve siyasetine kaptırmasına sebep oluyor. Bu nedenle çoğu insan ve en başta küfre sapanlar “asıl” olan ahiret işlerini unutmuş ve unutuyor.
Aslında bu ikisinin de kaynağı aynıdır. O da “Ben yaptım, ben yaparsam olur” düşüncesidir. Bu beladan kurtulmak için biz müminler düşüneceğiz ki “Allah dilerse yapar, dilemezse yapmaz”. Ama bunu düşünürken de felsefecilerin anladığı şekilde değil, doğru şekilde düşüneceğiz. Sonuçta Allah’ı hiçbir kimse ya da hiçbir şey sınırlamaz, bir şey yapmaya ya da yapmamaya zorlamaz. Dolayısı ile bu sözden (haşa) “Allah’ın ihtiyacı vardı ya da yapmak zorundaydı ve diledi yaptı, ihtiyacı olmadığından dilemedi yapmadı” şeklinde insanı küfre götüren bir mana çıkarılmaz. “Allah sadece öyle olmasını diledi, öyle yaptı. Öyle olmasını dilemeseydi, yapmazdı. Başka şey dileseydi, onu yapardı” şeklinde Allah nezdinde hiçbir kısıtlama kastetmeden düşünmeliyiz.
Yaptığımız ibadet ve dualar dahi Allah’ı bir şey yapmaya ya da yapmamaya zorlamaz. Zaten bu ibadet ve dualar dahi Allah’ın (hâşâ) ihtiyacı olduğu için değil, bizim ihtiyacımız olduğu içindir ve Allah’ın emretme ve o emre itaat edilme hakkı nedeniyle onları yapmak yükümlülüğümüzdür. Sonuçta herkes dua eder ama Allah ne dilemişse onu yapar. Hatta birbiri arasında çatışma bulunan iki Müslüman kesimde de bir kesimi destekleyenler o kesim için ihlâslı dua eder, diğer kesimi destekleyenler o diğer kesim için ihlâslı dua eder. Mesela artık hissiyatlar kabardığında, bir taraf ibadetle yalvarır ki “Allah’ım bize kuvvet ver onları helak et”, diğer taraf ibadetle yalvarır ki “Allah’ım bize kuvvet ver onları helak et”. Peki, bu durumda Allah ne yapar?!.. Elbet kendi dilediğini yapar. Mesela biz biri için beddua ederken, o kişi Allah’tan kendisi için hidayet dua ediyorsa, bu paradokstan kendi aklımızla nasıl çıkarız? Mesela en basit ve başka bir örnekte ihlâslı bir baba oğlunun doktor olmasını dua ederken, ihlâslı oğlu mühendis olayım diye dua ettiğinde, o oğlunun ne olmasını bekleyeceğiz? Oğlunun sonunda camide imam olması (bu temsili seçmem Allah’ın verdiğinin bazen iki tarafında istediğinden düşük görünse de hayırlı olabileceğini belirtmektir) bizi şaşırtır mı?
O halde göreceğiz ki, sadece kâfirlerin değil bizim dahi önümüz arkamız perdelidir. Hele ki ahirzaman karışıklıkları nedeniyle dünyevi gözümüz, ahret gözümüz, kalp gözümüz, vicdan gözümüz… ne kadar gözümüz varsa perdelidir. Bu halimizi gördükten sonra bir kardeşimiz hakkında yapacağımız tenkit ya da beddua’dan haklı olduğumuzdan ne kadar emin olacağız? Kuran’da Müşrikler, Yahudiler, Hıristiyanlar için “Gelin hep beraber haksız olan için Allah’tan helak dileyelim” şeklinde çağrı yapılması söyleniyor. Çünkü bizim gözümüz ne kadar perdeli olsa da, kalbimizde şüphe bulunsa da, onların haksızlığı, helaketi, cehennemi Kuran’da haktır. Müslüman onlar hakkında Kuran ile emin olduğu için böyle bir çağrı yapabilir. Ama gözlerimizdeki perdeler nedeniyle Müslüman bir kardeşimiz hakkında emin olamayız. Müslüman ise (mecazen) bulanık sularda yüzmez. Mesela bir kardeşimiz bambaşka halis niyetlerle yaptığı bir harekette, o hareketin sonucunda bize bir zarar çıkması ve bundan müteessir olmamız bir perde gibi önümüze gelince, perde yüzünden o halis niyetleri göremediğimizden dolayı da, o kardeşimize sözlü ve fiili saldırıda bulunmak bizi haklı mı çıkarır? Yoksa “bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonrasında yaptıklarınıza pişman olursunuz” ayetindeki gibi bir pişmanlığa mı vesile olur?
Bu yazıya daha önce başlamama rağmen, bitirip yayınlamak öyle bir zamana tevafuk etti ki, bu yazdıklarım sanki bir insana ya da bir cemaate yazılmış gibi düşünülebilir. Ama internette yapılacak küçük bir araştırma nice cemaatlerde veya siyasi arenada üst mertebelerde bulunan zatların, bambaşka cemaatlere ve üst mertebedekilerine ne kadar sert ithamler ve beddualar yaptığını, bu konudaki yazılarını ya da videolarını bulabilirler. Demek istediğim bu bela herkesin üzerindedir ve her okumak isteyene uyarımdır. O halde ne kadar gözümüz ve o gözlerimizin önünde ve arkasında ne kadar perde varsa, her bir perdenin arkasında Allah’ın hikmeti, kader cihetiyle takdirini, imtihan ve kemale erdirme ya da erdirmeme sırları bulunduğunu düşünüp Allah’a teslim olacağız. Sonra kardeşlik yollarını aramalıyız ve illa “sebepler” diyorsak bizi kardeşliğe götürecek sebeplere de sarılmalıyız.
Yine de sebeplere haddinden fazla değer vermek "Ben böyle yaptım da oldu" diye kendi hizmetini üstün görüp kibirlenmeye, "Onların yaptığı gibi olmaz" diye karşısındakinin hizmetini de küçük görmeye vesile olur. Ama bizim cemaatin büyümesinin ve güzelleşmesinin yaptıklarımız/tatbikatlarımız sebebiyle olmadığını, Müsebbib-ul Esbab olan Allah (cc) tarafından olduğunu görebilirsek; diğer cemaatlerin de böyle olduğunu ve dolayısıyla onların hizmetlerinin de başarıya ulaşabileceğini anlayabiliriz. Herkesce malum ve hakikatli bir söz var ki "İnsan'ın yaptığı hiçbir şey ona cenneti kazandırmaz, Allah kendi lutfu ve fazlı ile insanı cennete gönderir". Fakat “esbaba riayet”te tefrit etmek de İslami değildir. Bu konuyu detaylandırmak için de önce “kader”e değinmek ve açıklamak gereklidir. Bunu da Yasin Suresi 12’inci ayetinin sırası geldiğinde yapmayı düşünüyorum inşallah.