لاَ تَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى تُؤْمِنُوا⚛وَلاَ تُؤْمِنُوا حَتَّى تَحَابُّوا⚛
İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız. (Müslim, Îmân, 93)
İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız. (Müslim, Îmân, 93)
Bu soru inanmayan birinden tutun, inanan birine kadar herkesin sorabileceği bir sorudur. Elbette ki, Allah’ın hikmetinin genişliği ve külliyeti itibariyle, bu soru hakkında pek çok şey söylenebilir. Ben de bunlardan birini paylaşacağım ve bu yolla neden Müslüman bir kardeşimize kötü bir nazar ile bakmamamız gerektiğini az da olsa göstermeye çalışacağım.
Kur’ân'da Allah’tan (c.c.) en çok “Rabb” olarak bahsedilir. “Rabb” ise terbiye eden ve kemâle ulaştıran demektir. İşte Allah Teâlâ’ın (c.c.) kulları üzerinde bir din seçmesinin bir hikmeti de –başta biz insanları olmak üzere- kullarını terbiye etmektir ve kemâlata dair vasıflar kazandırmaktır. İnsanların nasıl terbiye olunacağı ve ne tür vasıflar kazandırılmak istendiğine en güzel örnekler, Kur’ân'da anlatılan -ve boş yere anlatılmayan- peygamber kıssalarında gizlidir. Peygamberlerin Allah’a (c.c.) tam bağlılıkları, emirlerine tam itaatleri, ibadetlerinde tam sebatları, sıkıntılarında tam sabırları, cüz-i ihtiyarlarını tam ve güzel kullanmaya çalışıp kusurları sonrasında Allah’a (c.c.) tam dönüşleri ve tövbe edişleri, her işin başında ve sonunda Allah’a (c.c.) tam teslimiyet ve tevekkülleri, tam adaletli ve ahlâklı olmaları; Rabbimiz’in biz insanlardan nasıl biri olmamız istediğine dair pek güzel örneklerdir.
Ne yazık ki, Allah’ın “din” ile insanlara kazandırmak istediği takvâ, ihlas, sabır, tevekkül, tebaiyet, ahlâk, …vs. gibi özellikleri ve dinin hikmetlerini sadece bu dünya için düşünüyoruz. Fakat nasıl ki; Allah’ın indirdiği dine göre bu dünyada hareket etmek ya da etmemek, ahirette mükafât veya ceza olarak etki ediyor. Demek, Din’in birçok hikmeti de dünyanın yanında ahirete, cennete ve cehenneme bakıyor. Bu hikmetlerden yine bir tanesini şöyle açıklayacağım:
Daha önce birçokları tarafından benzer ifadeler duyduğum halde; zihnimde hiçbir yol bulamamıştım ve sadece aldırmamakla yetinmiştim. Yakın bir zamanda hem bacak arasına düşkün, hem de boğazına düşkün bir kısım arkadaşlar[1] tarafından benzer sözler yine söylendi. Şöyle ki, “Namaz kılıp cennete gitmeye çalışıyorsunuz ve kendinizi bazı şeylerden uzak tutuyorsunuz ama; orda hurilerle birlikte yataktan çıkmayacaksınız ve sürekli yiyecek ve içeceksiniz değil mi?” gibi sözler söylediler. Hemen hemen herkes bu sözleri ve belki cennette erkeklere huri eşler verilmesi gibi kadınlara da verilen eşlerden gayri ahlaki bahsettiklerini; hatta isterse erkeğin erkek ile beraber olabileceği, istenirse alkol ve uyuşturucu istenilebileceği gibi ifadeleri duymuştur.
Bu gibi lâfları son duyduğumda aklıma Allah’ın (c.c.) “Rabb” sıfatı geldi. Böylece Allah’ın (c.c.) din yoluyla gönderdiği şeriatler ve ibadetlerle insanı ve nefsini terbiye edip kullarına güzel vasıflar ve ahlâk kazandırmak, cenneti de oraya layık olan bu tür insanlar ile doldurmak; şu dünyada nefsine ve şeytana uyup dünyasını ve dünyayı karıştırdığı gibi cenneti dahi karıştıracak, doymaz, ahlâksızlıktan bıkmaz, fitneden vazgeçmez, kötü huylarını terketmez insanlara da kapılarını kapatmak istediğini anladım.
Hem düşünün ki; şu dünyada Allah’ı (c.c.) görmediği halde -O’nun korkusundan- yasakladığı her tür şeyden kendini koruyan ve dinine uyan bir insan, ahirette O’nu ve anlattıklarının doğruluğunu, azametinin ve azabının büyüklüğünü gördükten ve O’ndan daha bir korktuktan sonra, cennet de olsa gayr-i ahlaki şeyleri isteyebilir mi? Yine düşünün ki; şu dünyada Allah’ı görmediği halde -O’na sevgisinden ve hürmetinden- hep en güzel şeyleri yapmaya çalışan, kötü şeylerden kaçınan ve dine uyup O’na layık kul olmaya çalışan bir insan, ahirette O’nu ve anlattıklarının doğruluğunu, azametinin ve rahmetinin büyüklüğünü gördükten ve O’nu daha bir sevdikten sonra, cennette bu tür şeyleri yapabilir mi? Hem belki; inandığı ve inancının gerekliliklerini yerine getirmeye çalıştığı, ama nefsine çok aldandığı için bir takım kötü ve zor atılır huylar edinen ama yine de bu huyları terk edebilecek ve düzelebilecek olan insanlara -adaletin yanında- huyundan vazgeçmesi için merhamet olarak da verilen bazı cezaların ardından, “sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer” dercesine, o özgür olduğu cennet ortamına kavuştuktan sonra da bu tür şeyleri yine isteyebilir mi?
İşte, bazen görüyorum ve herkes de görüyor ki; birbiriyle ittifak etmek yerine birbirine itiraz ile ve kendilerini tek doğru göstermeye çalışmakla zaman harcayan Müslümanlar, bu durumu fırsat bilen şeytanların ve insanların oyunlarına aldanarak karşı cemaataki/tarikattaki insanlardan nefret etme, kendilerini ve onları oralardan soğutacak şeyler söyleme; karşı cemaatten, tarikattan ya da başka Müslümanların başına kötü bir şey gelse sevinir, alay eder ve “oh olsunlar” der durumuna gelmişler. Bu mü’min insan düşünmüyor ki; Allah’ın birbirlerini cennet kardeşi kılmak, Din’in ve özellikle İslâm’ın bir hikmetinde bu sağlamak istediği ve şu dünya için dahi Kur’ân'da kendine kardeş ilân ettiği başka cemaatten, tarikattan, mezhepten, başka ırktan ve ülkeden bir kardeşine beslediği böyle hisleri ve davranışları –ikisi de cennete gittiği halde- Allah’a (c.c.), o cennet ortamına ve kendilerine layık görüp cennette dahi sürdürebilir mi? Ve acaba, birbirlerine karşı cenneti dahi karıştıracak bir kine sahip olan bu tür müslümanları Allah (c.c.) cennete alır mı? Dolayısı ile tüm ibadetlerin ve nefsin arzularından kaçmanın yanında, din kardeşimize kötü nazarlar ile bakma ve kin tutma huyundan da kurtulup, o cennet ortamına layık insanlar olarak Allah’a (c.c.) dönebilmek en önemli amellerimizden olmalıdır. Çünkü Peygamber (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimiz, en başta da yazdığım hadisteki gibi, "İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız"[2] buyurarak birbirlerini sevmeyenlerin, kin duyanların ve buna göre davrananların da dolaylı olarak cennete giremeyebileceğini bildirmektedir.
Ayrıca bir gün; beni seven ve bana yakın davranan, kendi içlerinde ilk üç halife için pek güzel şeyler düşünülmediğini söyleyen bir kardeşime “İnşâAllah cennete gittiğin zaman, Onları (radıyallahü anhümâ) orada ve Peygamberimiz'in (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem) ve Hz. Ali’nin (r.a.) yanında gördüğünde ne yapacaksın?” demiştim. Bunu o an şunun için de söylemiştim:
Nasıl ki, şu dünyada tam tanımadığımız ve bize yabancı olan, yaptığı bazı şeyleri dışarıdan gördüğümüz ve hoşumuza gitmediği için kötü hisler beslediğimiz, belki sürekli arkasından konuştuğumuz bir komşumuzdan; en gerekli bir zamanda, hiç ummadığımız bir yerde ve ummadığımız bir tarzda bir yardım geldiğinde ve onun iç yüzünün birazını bile gördüğümüzde; ilk düşüncelerimizden pişmanlık duyuyoruz, kendimizi eseflerle anıyoruz ve belki o komşumuzdan utanarak helallik istiyoruz. İşte bunun gibi; sürekli kötü yönden konuştuğumuz başka cemaatten bir kardeşimize –bizim hiç bilmediğimiz ve tahmin bile etmediğimiz başka hikmet yönlerini yerine getirdiği için– Allah’ın aynı ihsanı ve teveccühü ona gösterdiğini gördüğümüzde ve ahirette onunla karşılaştığımızda bundan daha büyük bir pişmanlığı kendimize yaşatarak, kendimize zulmetmemeliyiz.
Dolayısıyla biz kardeşler, itiraz ile zaman kaybetmek ve kendi kendimize zulmetmek yerine, ittifak ile çalışarak hem geleceğimizi, hem neslimizi, hem de ahiretimizi kurtarmamıza yardımcı oluruz, İnşâAllah.
- Bu şekilde belirtmemin nedeni, devam eden ithamlarda bulunanların aslında kendi nefislerinden geçenleri söylediğine dikkat çekmek içindir.
- Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56